CemalSüreya - Aşk Günü Doğdu ürününün fiyatını öğrenmek ve online sipariş vermek için tıklayın!
Kimisisevdiğini "Üzerim ben seni" diye uzaklaştırırken, kimisi karşılıksız mektuplarıyla gözlerinden öpebilir. Ahmed Arif'in hikayesi de, bu ikinci cümleciklerde anlatılanlardır. Gözlerinden ve bazen de burnundan öpen, evlilik hediyesi olarak şiir gönderen, Leyla Erbil'i Leylim yapan, karşılıksızlığın kıyılarında gururunu hiçe sayan, yarısını memleketine
CemalSüreya. Abdurrahim Karakoç Yılmaz Erdoğan. Tayfun Ayaz. Şenol Eşref Dilek Aşkın. Ahmet Yaşar. Cemal Ferad. Yasmin Korkut. Uğur Arslan. Caner Yaman. Ahmed Arif. Tuncel Kurtiz. Yusuf Hayaloğlu. Erdem Beyazıt. Nazım Hikmet. ANA SAYFA TÜRKÇE YABANCI SANATÇILAR EN YENİ MP3LER YENİ ALBÜMLER İLETİŞİM & İSTEK MP3
ilkkorku hikayesi yazan. kenan hulusi koray. ahmet arif. bireysellik + toplumsallık. arif damar. melih cevdetle ortak romanları: "yağmurlu sokak" cemal süreya "osman mazlum" cemal süreya. Düşünce Şairi (bunlarımlarr anlamak zor) edip cansever "hırçın ve huysuz şair"
CemalSüreya, bir örnek daha veriyor utangaçlığına dair. Bir şeyin fiyatını soramamasının yanında, bir şeyi tartırıp bile alamaz. Kendisi bu durumu, “Bir şeyin yarım kilosunu bile alamam” diye ifade eder. Bazen bende de böyle utangaçlıklar zuhur ediyor. Acaba kendimi bu açıdan şanslı sayabilir miyim?
CEMALSÜREYA KÜLTÜR VE SANAT DERNEGI. 4.532 beğenme · 3 kişi bunun hakkında konuşuyor. Cemal Süreya (d. 1931, Erzincan - ö. 9 Ocak 1990, İstanbul), şair ve yazar. Asıl adı Cemalettin Seber'dir.
td32Q. “Ben Kolay Ölmem”in prömiyeri İngiltere’nin alternatif tiyatro akımının öncü kuruluşlarından olan Londra’daki Arcola Theatre’da 11-12-13 Mart 2019 günlerinde yapılacak. Ahmed Arif ve Cemal Süreya’nın yaşamları ve sanatlarının aktarıldığı oyunu Londra’da yaşayan hukukçu Ali Has’ın kaleme aldı. Prömiyeri sonrası ve Türkiye gösterimleri gerçekleşecek bu oyun hakkında Ali Has ile konuştuk. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Meslek olarak avukatlık yapmaktayım ve son 16 yıldır temel uzmanlığım ağır ceza hukukudur. Ben henüz dört yaşında iken ailem ile İngiltere'ye yerleştik. Ailem 1980’lerde siyasi iltica talebi ile İngiltere'ye gelmişler. İlkokuldan üniversiteye kadar eğitimimin tümünü Londra'da tamamladım. Savunma avukatı olarak mesleğimi icra etmem ve ailemin politik kimliği, insan hakları çalışmalarına büyük ilgi göstermeme yol açtı. Bu yönüyle aynı zamanda bir insan hakları avukatı ve aktivistiyim. Bu bağlamda toplumların/halkların ulus devletler tarafından kriminalizasyonu konusuna özel ilgi duyuyorum ve insan hakları alanındaki çalışmalarım genellikle bu konuyu gündeme getirme amaçlıdır. ''Ben Kolay Ölmem'' oyununuzun konusu okuyucularımız ile paylaşır mısınız? 'Ben Kolay Ölmem' son iki yıldır üzerinde çalıştığım bir proje. Proje, özellikle toplumların/halkların kriminalize edilmesi konusunda, insan hakları avukatlığı ve aktivist çalışmalarımdan yola çıkarak yıllar içinde geliştirdiğim bir fikir olarak başladı. Bu bağlamda, oyunun esasen insan hakları çalışmalarımın bir uzantısı olduğunu söyleyebilirim. Oyunda temel fikir, Türkiye'deki farklı halklara mensup insanların asimilasyonu amaçlı üstü kapalı ve açık olmak üzere çeşitli tekniklerin kullanılmasıdır. Oyun, Türkçe edebiyatının çok önemli iki şair ve yazarı olup, aynı zamanda Türkiye’nin Kürt ve Alevi halklarının da birer ferdi olan Ahmed Arif ve Cemal Süreya'yı anlatıyor. İki şairin gerçek yaşam öykülerini, yaşadıkları gerçek olaylarını, zorluklarını ve şiir ve edebiyat tutkularını anlatırken alt metin olarak da Cumhuriyetin amaçlarına ve hedeflerine uygun olarak iki şaire ve onların nezdinde mensup oldukları halkları, asimilasyon amaçlı kullanılan çeşitli teknikleri de eleştirel bir biçimde sorguluyor. Siz gerçekte ağır ceza avukatısınız. Türkçe yazan iki büyük şairi Cemal Süreya ve Ahmed Arif’i aynı hikayede bir araya getirmeye sizi sürükleyen motivasyon ne idi? Gençlik yıllarımdan bu yana Ahmed Arif'in çalışmalarına büyük ilgi duymuşumdur. Onun sözcük ve cümle kullanım şekli ve anlamlarının altında yatan ton ve alt metinler her zaman benim için bir hayranlık vesilesi olmuştur. Onun sözcük ve cümle kullanımındaki büyüsü, okuduğum diğer şairlerden çok farklı. Nitekim aynı dizede ilham, aşk, tutku, keder ve umut duygusu yaratabilen ve aklıma gelen nadir şairlerdendir Ahmed Arif. Onun şiirleri her zaman bir yandan epik bir hikaye anlatımı gibiyken, diğer yandan da duygusal ilhamın derin bir etkisine sahip. Onun şiirleri Anadolu halk kültürlerinden etkilenen orijinal lirizm ve tasvirler nedeniyle yaygın şekilde okunuyordu. Cemal Süreya’nın yazı ve şiiri benim için aynı derecede önemli ve etkili oldu. Cemal Süreya, akıl ve olağanüstü zekasını yazı ve şiirleriyle yansıtma yeteneği ile beni adeta hayran bıraktı. Öyle ki şiirleri birer labirent gibidir Cemal Süreya’nın, her zaman başka bir anlama açılırcasına açık bir kapı bırakır. Onun aşk üzerine güçlü kalemi, onu sevgi ve tutku ile eşanlamlı yaptığı gibi, şiirlerindeki hüzün, yaşadıkları ve ona yaşatılanları da ustaca dizelendirmesi benim açımdan çok önemli bir ilham ve kaynak olduğu gibi kendisine olan hayranlığımı da artırdı adeta. İki şairin aynı sahnede tasvir ettiğim oyunu yazmamı teşvik eden şey, yalnızca onların yazma metotları değil, ayrıca trajik yaşam hikayeleri ve şu andaki yaşam deneyimlerimizle onların yaşadıkları arasındaki paralelliklerdi. İki şair aslında iyi birer arkadaşlardı ve çok şey paylaştılar. Kalemleri üslup açısından birbirinden çok farklı olsa da, hayat hikayelerindeki paralellikler tek ve aynı şekilde tartışılabilir. Bu nedenle “iki şair, iki yaşam, bir hikaye” söylemini kullanmaktayım. Doğrusunu söylemek gerekirse, onların kimliklerinin bastırılması amacıyla yaşamlarındaki üstü kapalı ve açık asimilasyonun etkin kullanımının, onların kişisel yaşamları, şiirleri ve yazıları üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Cemal Süreya'nın altı yaşında iken ailesiyle birlikte Dersim'deki yaşamından sürgün edilmesi ve hayatının geri kalanını etnik ve dini kimliğinden korkarak yaşama zorunluluğu gibi yaşadığı trajediler yürek parçalayıcıdır. Hayatı acı ve ıstırap dolu iken, dışarıdan bakıldığında ise sevinç dolu bir yaşam olarak tasvir edilir. Cemal Süreya'nın her ikisini de temsil ettiği Kürt ve Alevi halklarına yönelik asimilasyon politikaları, öylesine sistematik ve korku temelli idi ki, Cemal Süreya’nın, ancak şiirindeki dizelerin metaforik anlamları ile gerçek kimliğini yaşayabilen bir kişi haline dönüştürüldüğünü düşünmekteyim. Onun şiirini daha çok okudukça, şiirlerinde zaman zaman ifade ettiği travma ile birlikte, tarihsel olaylara atıfta bulunarak hassas görüşlerini ifade edebildiği zeka ve ustalığı gördüm. Henüz daha çocukken kendisinin ve ailesinin Dersim'deki evlerinden sürgün edildiği şafak vaktini anlatması, üzücü ve travmatik çocukluğunu da betimliyor. Aşırı yüklenmiş bir trenin ardından koşmak zorunda olduğunu, babasının onu kolundan yakaladığını ve neredeyse trene binemiyor olduğu için babası tarafından dövüldüğünü anlatıyor. Ardından şöyle diyor ''Bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler.'' Ahmed Arif üzerindeki baskı ise daha “aşikar”dı. Şiirleri ve görüşleri nedeniyle dövüldü, gözaltına alındı, hapsedildi ve işkenceye maruz kaldı. Bilinmez ama belki de bu nedenle kendisi de bazen bir o kadar açık olabiliyordu şiirlerinde. Zaman zaman Ahmed Arif şiirlerindeki sitemkar keskinliği görürüz örneğin; “...dört yanım puşt zulası, dost yüzlü, dost gülücüklü...” veya “Ahmed’in işi ilk rast gidiyor, ilktir dost elinin hançersizliği…” gibi mısralar ile aslında sistemin dayatmalarına atıfta bulunmakta. ''Ben Kolay Ölmem'', Türkçe edebiyatının en büyük yazar/şairlerinden ikisi olarak değerlendirilen Ahmed Arif ve Cemal Süreya'nın pek çok otobiyografik belgesine, anısına, röportajına ve mektubuna dayanan uzun ve ciddi bir emek harcanan bir araştırma sürecinin ürünüdür. İki şairin bu hikayede temsil ettiği halkların kaderi, bugünkü Türkiye gerçeğinde de aynı kalmıştır ve tarih kendini tekerrür etmektedir. Asimilasyona boyun eğmeyenler suçlu ve marjinaldir. Bunlar sistem tarafından kara listeye alınmış ve “suçlu” olarak damgalanmış ve hapsedilmişlerdir. Asimile edilmiş olanlar ise sürekli bir yalan halinde, hayatlarını bilinçsizce sürdürürler. Öte yandan, bu sert asimilasyonun bilincinde olanlar, kötü muamele görmekte ve adeta dayatılan bir ürkeklik ve cesaret arasında bir denge kurmaya çalışarak yaşamlarına ciddi bir travma ile devam etmek zorundadırlar. Böylelikle de, onların kendini ifade etme özgürlüğü sınırlandırılmıştır. Bu kadar yoğun bir şekilde sevgisizliğe zorlanan coğrafyamızda, en epik aşk şiirleri her zaman ezilen devrimci ruha sahip şairler tarafından yazılmıştır. Nitekim, aşk, tarih boyunca her zaman ayakta dimdik durdu ve nefrete karşı galip geldi. Çünkü umudun ümitsiz kaldığı yerde, aşk ortaya çıkar ve tekrar umut olur; bir yaşam kaynağı ve sevgisizliğe karşı bir isyan olur, masum, barışçıl ve soylu bir devrime dönüşür. Bu hikaye, bu iki şairi ve şiirlerinde, halklarına uygulanan tüm sevgisizlik baskılarına rağmen, şiirlerinde savundukları asi ruhu yeniden canlandırarak tarihi bir adaletsizliği sorgulamaktadır. Oyunu kaleme alma sürecinizden bahseder misiniz? Oyunun yazım süreci benim için en zor kısımdı. İlk defa bir tiyatro oyunu yazıyordum ve çok erken aşamalarda gerçekte ne kadar zor olduğunu görebiliyordum. Ancak bu beni yazmaktan alıkoymadı. Sonuç olarak, oyunun ilk taslağını 2017 yılının başında tamamladım. İlk taslaktan memnun değildim ve nihayetinde sahnelenip halka gösterilmesinden tamamen memnun olduğum bir aşamaya gelinceye kadar daha fazla araştırma yapmaya karar verdim. Türkçe edebiyatının en büyük şairlerinden ikisiyle ilgili yazıyordum ve ilk defa ikisi aynı sahnede canlandırılacaklardı. Bu nedenle benim açımdan oyun mükemmel olmalıydı. Oyunun araştırma öğesi benim için en çok zaman alan şeydi. İki şaire ilişkin onlarca kitabı, gazete makalelerini, mektuplarını, özel dergi incelemelerini ve çevrimiçi kaynakları okudum; şiirlerini ve edebiyatlarını eleştirel bir şekilde inceledim ve dizelerindeki alt metinleri aradım. Cemal Süreya'nın gerçek arkadaşlarıyla tanışıp sohbet etmek, onun karakterini ve gerçek yaşam olaylarını dikkate almak için birçok kez İstanbul'a seyahat etmem gerekti. Onları daha iyi anlamak için ayrı ayrı Cemal Süreya ve Ahmed Arif'e adanmış İstanbul ve Diyarbakır müzelerine gittim. Onu daha iyi anlamak için İstanbul Bostancı'da Cemal Süreya'nın en çok ziyaret ettiği restorana gidip vakit harcadım. Aynı şekilde yaşadığı semt olan Kadıköy/Moda’da saatlerce yürüyüşlerim olmuştur. Oyundaki olayların dilini ve akışını kontrol etmek amacıyla yazdığım metinleri okumak üzere minnettar olduğum yakın arkadaşlarımın yardımını aldım. Bu hazırlık süreci nasıl geçti? Bu süreçte sizde kalıcı yer eden bir anı varsa paylaşır mısınız? Oyunun araştırma ve yazma öğesi benim için oldukça zevkliydi. Biliyordum ki benzersiz bir şeye sahiptim; iki şairi incelerken daha önce kimselerin yapmadığı bir çalışmaya ve bakış açısına sahiptim. Bu nedenle aslında araştırmak ve yazmak oldukça zevkli hale geldi. Ofisimden ya da mahkemeden çıkıp eve biran önce varıp yiyecek bir şeyler atıştırdıktan sonra okuma, araştırma ve yazıma dönmek için ne kadar da sabırsızlandığım günleri hatırlıyorum. Mahkemede müvekkillerimi temsil ederken, o esnada oyuna dahil edebileceğim şeyleri düşündüğüm zamanlar olurdu. Onları unutmamak için mahkeme salonunda kısa notlar alırdım ve daha sonra üzerlerinden geçerdim. Çünkü iki şaire travmatik yaşamları ve onlara uygulanan baskının bakış açısıyla bakıyordum; sanki onların masumiyetlerini kanıtlamaya çalışıyordum. Bu nedenle, onlar hakkında yazmam ve onlara uygulanan travmayı vurgulamam bende bir tutku oldu. Mesela Ahmed Arif, kaleminin yarattığı sonuçtan o kadar korkmuştu ki, daha fazla yazması ve yayınlaması konusunda ısrar ettiklerinde ailesine şiirleri aklında tuttuğunu söyleyecekti. Gerçekten de, 1968'deki ilk yayınından bu yana 60’in üstünde yeni baskısı olan tek bir kitap yazdı. Düşünsenize kendisine yaşatılan travmanın ağırlığını ailesine yaşatmama endişesi ve yazmamak ile onları koruma içgüdüsü... Tüm süreç bana eleştirel düşünme ve oyun yazmayla ilgili çok şey öğretti, çünkü daha önce yaptığım ya da denediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Bunların yanı sıra edindiğim yeni arkadaşlıklar, yeni insanların hayatıma dahil olması oldu tabii ki de. Tüm bu süreçten oldukça haz aldığımı söyleyebilirim. Oyunu yazma sürecini tamamladıktan sonraki çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Metni tamamladıktan sonra, orijinali olan 3 saatten yaklaşık 2 saate kadar kısaltma için yeniden düzenlemeye devam etmek zorunda kaldım. Metinleri gözden geçirmeme yardımcı olan İstanbul'daki tiyatro endüstrisinde öne çıkan ve deneyimli insanlardan, metnin dramaturjisi konusunda çok değerli tavsiye ve yardımlar aldım. Bir kez daha bu süreç benzer şekilde bana yaratıcı yazma ve eleştirel düşünme hakkında çok şey öğretti ve bir kez daha bu sürece yardımcı olan tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum. Oyunun araştırma ve yazma sürecinde, müziğin’ oyunun önemli bir tamamlayıcı öğesi ve parçası olacağını her zaman biliyordum. Bunun en önemli nedeni, canlandırmayı hedeflediğim kesin hislerin sahneye aktarılabilmesi içindi. Baştan, düşüncelerimi ve fikirlerimi kağıda dökerken, arka planda ne tür müziklerin çalınması gerektiği konusunda çok nettim. Nitekim, Kardeş Türküler veya Bajar gruplarının müzik tarzlarının bu oyun için ideal bir beste türü olacağını hep hayal etmiştim. Müzikleri sürekli yeni kalan ve müzikte yaratıcılıklarını hiç yitirmeyen ender gruplardır ikisi zamanda Türkiye içindeki çeşitli renkleri kendi müzikleri aracılığıyla canlandırabilmeleri bu oyun için önemli bir faktördü. Ancak benim için daha önemli olanı, Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’sundaki kültürlerin derin köklü lirizmini hassasiyet, duygu ve his ile gösterme yetenekleriydi. Bir bakıma her iki grubun müziklerinin beslendiği yer ve his biraz Ahmed Arif ve Cemal Süreya’nın yaşam öyküleri ile benzeşmektedir. Onlar da “fırat suyunun marmara’ya karışması...” ile birlikte tıpkı Ahmed Arif ve Cemal Süreya’nın şiirleri gibi müzik ve eserleri ile bir öykü yaşatmaktalar aslında. Bu bağlamda onlar ile bu çalışmayı sürdürmek çok anlamlıydı. Sonuç olarak, İstanbul'da Kardeş Türküler ve Bajar gruplarının kurucu üyesi Vedat Yıldırım ile 2017’nin Mayıs ayında tanıştım ve yazdığım metni okumayı nazikçe kabul etti. Metni okuduktan sonra projeyi kabul etti ve ardından müzik ve prova oturumları ile ilgili toplantılar yapmaya başladık. Vedat abi, müzik endüstrisinde tanınmış bir müzisyen, “Ev Kayıtları” projesinin kurucu üyesi ve aynı zamanda akademisyen olan Bajar grubunun üyelerinden meslektaşı Cansun Küçüktürk ile birlikte projede yer almayı önerdi. O zamandan bu yana, hangi müzik türünün en uygun olacağına dair çok sayıda toplantı ve prova oturumları gerçekleştirerek Vedat abi ve Cansun ile birlikte çalıştık. Müzik konusunda ilk aşamadan itibaren, mevcut materyali kullanmak yerine, oyun için orijinal bir müzik bestelemeye karar verdik. Vedat abi ve Cansun ile çalışmak bir şekilde oldukça zevkliydi ve bu süreçte, projede profesyonel olarak çalışmamızın yanı sıra, aynı zamanda arkadaş da olduk. Arcola Tiyatrosu'nda 11, 12 ve 13 Mart tarihlerinde üç gece için planlanan oyunun prömiyeri için hem Vedat Yıldırım hem de Cansun Küçüktürk Londra'da bulunacak. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Son olarak; Ben Kolay Ölmem projesinin yönetmenliğini üstlenen oldukça deneyimli Nesimi Kaygusuz ve yine Cemal Süreya ile Ahmed Arif karakterlerini canlandıracak olan oyuncular Göktay Tosun ve Cüneyt Yalaz ile birlikte çok güzel bir ekip oluşturduğumuzu düşünmekteyim. Bu projeyi gerçekleştirmek için yola çıkarken, aklımda her zaman ön plana çıkan şey; yeni nesillere Ahmed Arif ve Cemal Süreya'nın gerçek hayatlarından yola çıkarak kendi halklarının masumiyetini ve suçsuzluklarını anlatma arzumdu ve en önemlisi, hiç kimsenin onların suçsuzluklarına dokunamayacağı idi. Sadece, bu hedefe ulaşabilmiş olduğumu umuyorum. Cemal Süreya ve Ahmed Arif'in sözleriyle bitirmek isterim; “…Son kötü günleri yaşıyoruz belki İlk güzel günleri de yaşarız belki Kekre bir şey var bu havada Geçmişle gelecek arasında Acıyla sevinç arasında Öfkeyle bağış arasında…” Cemal Süreya "rivayet sanılır belki... hallarımı aynı böyle yaz…" Ahmed Arif HK
Error 523 Ray ID 738373580ef9b79c • 2022-08-09 210541 UTC AmsterdamCloudflare Working Error What happened? The origin web server is not reachable. What can I do? If you're a visitor of this website Please try again in a few minutes. If you're the owner of this website Check your DNS Settings. A 523 error means that Cloudflare could not reach your host web server. The most common cause is that your DNS settings are incorrect. Please contact your hosting provider to confirm your origin IP and then make sure the correct IP is listed for your A record in your Cloudflare DNS Settings page. Additional troubleshooting information here. Cloudflare Ray ID 738373580ef9b79c • Your IP • Performance & security by Cloudflare
Bir şair Ahmed Arif, Toplar dağların rüzgârlarını Dağıtır çocuklara erken “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabıyla Ahmed Arif'in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif'in Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fikir ve sanat hayatımızda yerleşik değerler ile yeni değerler arasında, yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerler şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanıksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir “pazarı” olan Ahmed Arif de bu arada bu durumdan fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu. Ahmed Arif Diyarbakırlı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hâkim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu'nun deyimiyle “halk olarak sanat”ın dolaylarında dolaşılmaya başlamıştı. Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli'ye, Oktay Rıfat'a, Melih Cevdet Anday'a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikte, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed Arif'i bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile, Garip'le gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur. Ahmed Arif'in şiiri bir bakıma Nazım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nazım Hikmet'in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlükler-den. Ovada akan "büyük ve bereketli bir ırmak" gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları "âsi" dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. "Daha deniz görmemiş" çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağına, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut bir sanrı, daha doğrusu bir hırs, keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğme-yen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde. 1959-1962 yılları arasında Ankara'daydım, Muzaffer Erdost tanıştırmıştı bizi. Hemen dost olmuştuk. O sıra, Muzaffer Erdost Ulus gazetesinin basımevi müdürüydü. Ahmed Arif de Medeniyet gazetesinde çalışıyordu. Haftanın üç-dört günü beraberdik. Daha doğrusu üç-dört gecesi. Ben, geceye doğru, saat 11-12 sıralarında ulus gazetesine giderdim. O ara, kendi gazetesini erkenden bağlamış bulunan Ahmed Arif de oraya gelmiş olurdu. Muzaffer'in orasında oturur, sabaha kadar konuşurduk. Nelerden konuşurduk? Her şeyden. Sabahleyin, yürüye yürüye Kızılay'a kadar gidilir, orada ayrılınırdı. Yaz, kış, hep böyle. Bu sıkı ilişki birbirimizi iyice tanımamıza yardım etti. Her şairin konuşma tarzıyla hattâ yüzilyle şiiri arasında bir yakınlık, bir benzerlik vardır muhakkak; ama k6nuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan bir şaire ilk kez Ahmet Arif'te rastlıyordum. Onun şiiri, konuşmasından alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirin her yöne doğru bir devamı gibi. Bir bakıma "Oral" ağza ilişkin bir şiirdir onunki. Bizde oral şiirin tuhaf bir kaderi vardır bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe düşülür, ya da harcıâlem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense şimdi-ye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin elden çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arif'in şiirinde böyle bir sakınca yok. Hiç bir zaman söyleve düşmez. Bir duygu sağnağı, imgeler halinde, sıra sıra mısralar kurar. Ana düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyür belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmed Arif, kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir. Anlatımıyla, şiirin özü arasında özdeşlik vardır. Türkçe destan türünün en ilginç deneylerini yapmıştır. En ilginç çıkışını desek daha yerinde olacak. Bir yalçınlığı koyuyor şiirine Ahmed Arif, bir graniti. O yalçınlıktan, birden, sınır köylerine iniyor; "tavukları birbirine karışan" insanları anlatıyor. Bu birdenbirelik onu kekre diyebileceğimiz bir lirizme ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silah koleksiyonunun arasında görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini görüyorsunuz. Ahmed Arif, Doğu Anadolu'nun, sınır boylarının yersel görüntüleri içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu türkülerine ulaştırıyor onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor onların arasında. Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sultan Abdal'ı Köroğlu'na, Bedrettin'e götürüyor. Büyük bir sevgiye, bir umuda çağırıyor Anadolu insanını; gözlerinden öperek, çıldırasıya severek. Evet, halk türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif. Yalnız, halk kaynağının, edebiyat için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü olanak taşıdığını, hatta öbür halk kaynakları içi de türkülerin o kadar da büyük bir ağırlık taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına eğildiklerini sanan başka şairlerden ayrılıyor. Onlar gibi sadece türkülere yaslanmıyor. Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı tâ temelden takınıyor. Çalışmalarını ona göre yapıyor. Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir; dedik. Bir de, Paul Eluard için söylenmiş bir sözün onun şiirine de uyduğunu söyleyelim Paul Eluard'ın şiiri imgenin tutsağı değildir; gerçeküstücü döneminde de, ondan sonraki dönemde de, şiirin temelinde yatan ana öğe, mısraların kısalığı, kuruluş tarzı ve bunların birbirleriyle bağlama biçimi sayesinde ipuçlarını hiç bir zaman saklamamıştır. Ahmed Arif'te de öyle. İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce vurucu özelliğini ilk anda kullanır. "Hasretinden Prangalar Eskittim"de bunun birçok örneğini görüyoruz Sonra imge onda sınırlı bir oğe değil. Bir bakıma şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler inanılmaz bir çarpıcılık, bir imge yeteneği kazan-maktadır Ahmed Arif'te. Öte yandan, şiirin içinde birer ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de önem kazanmaktadır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arife özgü gizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta, ya da bütün şiir çekidüzenini onlarda bulmaktadır. Sözgelimi, Otuzüç Kurşun'da Yakışıklı Hafif İyi süvari mısralarının; yine aynı şiirde ve karaca sürüsü Keklik takımı... mısralarının böyle bir işlevi vardır. Bu, Mayakovski'nin ritm elde etmek için yaptığı biçim çalımalarmı akla getiriyorsa da, aslında bu noktada iki şairin tutumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Mayakovski için, ritm, bir yerde, her şeydir; "şiirin temel gücünü" ritmde bulur o; bir endüstriye benzettiği şiir için ritm manyetik gücü ya da elektriklenmeyi temsil eder. Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl ayrım şurda sanırım Mayakovski'de ritm, bir bakıma, şiirin dışında bir yer-dedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses benzerliklerine, bağdaşımlarma başvurur. Daha özetlersek Mayakovski ritmi ses'te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada "oral" niteliği bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile "Hasretinden Prangalar Eskittim", geç kalmış bir kitap değildir. Bir de şu bakımdan geç kalmış bir yapıt değildir "Hasretinden Prangalar Eskittim" Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arif'in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların "aktüalite"siyle doludur. "Künyesi çizileli"kimbilir kaç yıldız uçmuştur. Dirsek teması içinde bulunduğu köylülerin, yürüyerek gezdiği kasabaların arasından tarihi kalın çizgilerle görmeyi sever. Tarihi ve uygarlığı. Yalnız, "Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi"nde daha güncül bir tavrı var. Otuzüç Kurşun'da da biraz öyle. Bir yerde tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsın'', başka bir yerde en genç kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da yaymılansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence. Hollanda'ya gittiğimde orada Van Gogh'un sarılarının kaynağını bulmuş ve daha çok sevmeye başlamıştım Van Gogh'un resimlerindeki sarıları. Çünkü Hollanda'daki coğrafya'nın yeryüzü şekillerinin, bitkisel örtünün sarıları Van Gogh'u içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun çalışmasını gözümde daha da büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma arasındaki böyle bir ilişki sanat yapıtı değerini arttırıyor. Sanat yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır, ama bütün bütüne de on-dan kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını taşımalıdır. Aynı şekilde, Erzurum toprağını gördükten, Doğu Anadolu'daki yeryüzü şekillerini iyice dolaşıp, içime sindirdikten sonra, Âşık Veysel'in sesine daha çok tutuldum. Van Gogh'un sarıları Hollanda toprağının baskın renklerini taşıyor, bir yerde onlara katkıda bulunuyordu, onların arasında açılmış çılgın, sanrılı çiçekler gibiydi. Âşık Veysel'in sesinde de Doğu Anadolu toprağının rengi, kıvamı, taşıl niteliği, köy evlerinin içinden geçen arklar, yüzükoyun yatarak su içen delikanlılar, genç kızlar vardı. Ahmed Arif'in şiirinde de, şiirini yaparken kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin, yapıtına koyduğu hayatın çok tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle destan türünde bunun nice önemli olduğunu anlıyorum Ahmed Arif'i okurken. Cesareti söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği. Bir pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi. "Dostuna yarasını gösterir gibi" Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalınayak ve ayakları yanarak. *Hasretinden Prangalar Eskittim, 22. Baskı, Cem Yayınevi, 1989,
temiz bir şairin kirli spoiler -ahmed arif ve cemal süreya her zaman aynı meyhanede içerler, dertleşirler, şiir yazarlar …bir gün ahmed arif meyhaneye gelmez. iki gün, üç gün derken, neredeyse aradan bir hafta geçer. cemal süreya dayanamaz, garsona sorar “oğlum bizim ahmed’i hiç gördün mü? ” garson ” yok cemal abi hiç görmedim, bir haftadır uğramıyor valla. ” der .bunun üzerine cemal süreya, ahmed’i aramaya başlar fakat bir türlü bulamaz. en son ispirto içilen üçüncü sınıf meyhanelere bakmaya karar verir ve bu yerlerden birinde bulur ahmed arif’i.“nerelerdeydin ahmed ?” diye sorar, ahmed arif cevap vermez. “oğlum söylesene, biz seninle dostuz.”diye üsteler. ahmed arif “cemal, ben sana çok büyük bir hata yaptım. ” der sadece. cemal süreya ”ben böyle bir hata yaptığını hatırlamıyorum ” dese de, “yok yok, yaptım. ben senin kız kardeşine aşık oldum.” deyiverir cemal süreya da bunun normal olduğunu söyleyerek, “senin gibi bir insandan daha iyisini bulacak değil ya ahmed ” der. uzun uzun konuşup süreya ” evlen kız, türkiye’nin en iyi şairi. ” diyerek kız kardeşi ayten’i ahmed arif ile buluşup görüşmesi için cesaretlendirir bile. ayten önce şaşırır ama ağabeyinin sözünü de çarsısı’nda buluşmak üzere sözlesirler ama o gün ahmed arif buluşmaya gelmez. çok sinirlenen ayten, durumu ağabeyine anlatır. cemal süreya da koymuş gibi yine aynı üçüncü sınıf meyhanede içerken bulur ahmed arif’i ve ” neden kız kardeşimi beklettin? ” diyerek başlar söylenmeye… ahmed arif ise ” gömleğim kirliydi be cemal, temiz bir gömleğim yoktu. o gün onun karşısına kirli gömlekle çıkmak olmazdı. ” der spoiler - gerçekmiş gibi gelmeyen hikaye. iki şairi de çok severim ama bu tip hikayeler kolpa gibi geliyor ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri takip etmek için giriş yapmalısın.
Maviye/Maviye çalar gözlerin, Yangın mavisine/Rüzgarda asi, Körsem/Senden gayrısına yoksam Bozuksam/Can benim, düş benim, Ellere nesi? Hadi gel, Ay karanlık… İtten aç/Yılandan çıplak, Vurgun ve bela Gelip durmuşsam kapına Var mı ki doymazlığım? İlle de ille/Sevmelerim, Sevmelerim gibisi? Oturmuş yazıcılar Fermanım yazar N'olur gel, Ay karanlık… Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü Cıgaramdan yanar. Alnım öperler, Suskun, hayın, çıyansı. Dört yanım puşt zulası, Dönerim dönerim çıkmaz. En leylim gecede ölesim tutmuş Etme gel, Ay karanlık…Hikayesi; Ahmed Arif, Diyarbakır’a sürgüne gitmeden önce Ankara'da bir dost toplantısında tanıdı Leyla Erbil'i. 27 yaşındaki Ahmed Arif 23 yaşındaki Leyla Erbil'e 60’ın üzerinde mektup Arif bu mektuplarında “Leyla zalım Leyla” diye başlar. Kör kütük aşık Arif, aşkına karşılık bulmak için yazmış, Leyla Erbil ise dostluk sınırını çizmiş ve bu sınırı gün geçtikçe derinleştirmiştir. Mektuplarında “İlk sen mağlup ettin beni.” der. Diğer taraftan “Sen ister dostum ol ister sevgilim. Yeter ki hayatımda ol. Sen bana geldikçe sana ihtiyacım olacak. Senden başka hiç bir isteğim yok.” der. Ay Karanlık şiirini de Leyla Erbil’e yazmıştır. See more posts like this on Tumblr ahmed arif ay karanlık leyla erbil Şiir hikayeleri
ahmed arif cemal süreya hikayesi