jDorq8. Seni Ben Severim Seni ben severim candan içerû Yolun vardır bu erkândan içerû Şeriât tarikât yoldur varana Hakikat marifet andan içerû Dinin terk idenin küfürdür işi Ol ne küfürdür imandan içerû Beni sorman bana, ben ben değilim Bir benliğim vardir benden içerû Süleyman kuş dili bilir dediler Süleyman var Süleymandan içerû Kesildi takatim dizde dermân yok Bu ne mezhep imiş dinden içerû Yunus’ un sözleri hundur âteştir Kapında kul var Sultandan içerû I Love You I love you beyond my heart You have a path beyond all ways, Sharia, Tariq’a are paths for those who reach Haqiq’a, marif’a are beyond them He who leaves his religion is in blasphemy What a blasphemy that is, beyond faith Do not ask me from me, I am not at me There is a me in me who is beyond me They say that Suleyman knows the tongue of birds, There is a Suleyman beyond Suleyman I have lost my strength, there is no power in my knees, What a sect this is, beyond religion Yunus’ words are blood and fire At your door, there is the servant beyond the Sultan Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez, Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz. Şeriatsiz hakkikat batıl, hakikatsiz şeriat atıldır. Şeriati olamayan bir kul hakikatte evliyanın seri olsa hakka asidir. Şeriat şartımızdır. Şeriat olmadan bir kul hak yolunda ilerleyemez. Çünkü fıkhı konularda eksik olan ve şeraiti uygulamalardan yoksun olan kul kamil bir insan olamaz. Tarikat terkimizdir. Burası yanlış anlaşılmasın tarikatı kötülemekte değiliz. Tarikat kişilere nefis eğitimini verir. Yani böylece nefsi şeyleri terk etmiş oluruz. Şeriat, tarikat yoldur varana Hakikat, marifet andan içeri. Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez, Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz. Savm u salâtu zekât, günâh kirin mahveder, Darb‐ı zikir olmasa gönül pası silinmez. Sil gözünü dön andan bak göresin kendi özünü, Hakîkatin güneşi doğmuş durur dolanmaz. “Kavseyn“e erişince varır gelir gemiler, “Ev‐ednâ“nın bahrına hergiz gemi salınmaz. O deryâya dalmağa can terkin urmak gerek, Cânına kıymayınca o deryâya dalınmaz. Bu sûretin libâsın ver gayriye Niyâzî, Ol bahre dalar isen şâyet geri gelinmez. Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez, Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz. Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez, Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz. Şeriatsiz hakkikat batıl, hakikatsiz şeriat atıldır. Şeriati olamayan bir kul hakikatte evliyanın seri olsa hakka asidir. Şeriat şartımızdır. Şeriat olmadan bir kul hak yolunda ilerleyemez. Çünkü fıkhı konularda eksik olan ve şeraiti uygulamalardan yoksun olan kul kamil bir insan olamaz. Tarikat terkimizdir. Burası yanlış anlaşılmasın tarikatı kötülemekte değiliz. Tarikat kişilere nefis eğitimini verir. Yani böylece nefsi şeyleri terk etmiş oluruz. Şeriat, tarikat yoldur varana Hakikat, marifet andan içeri. Savm u salâtu zekât, günâh kirin mahveder, Darb‐ı zikir olmasa gönül pası silinmez. Oruç, namaz ve zekât, günâh kirin mahveder, Zikrin darbeleri olmasa gönül pası silinmez. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Kişi farz namaz için Allah'a yönelince kalbiyle, kulağıyla ve gözüyle yönelir. Bu şekilde namaza durur ve bu şekilde namazı bitirir ise, namazdan çıkarken anasından yeni doğmuş gibi olur” Peygamber efendimiz bakınız burada da görüldüğü gibi şeklen namaz değil kalp ile namaz kılınmasından bahsediyor. Yani Hakkal yakin mertebesinde yapılan ibadetin kabul buyrulacağı açıklanmıştır. Sil gözünü dön andan bak göresin kendi özünü, Hakîkatin güneşi doğmuş durur dolanmaz. Sil gözünü dön andan bak göresin kendi özünü, Hakîkatin güneşi doğmuş durur dolanmaz. Alemde ayandır Allah ın vechi. Bütün alemde hak ile sıfatı ile zatı ile ortada olan odur. Alem de alan da veren de ancak odur. İnsanın kendi özü de ondan ayrı değildir. Aşikardır zatı hak Görmeyi bir dilesen Benliğidir var olan Adını silebilsen Düşünürsün ki varsın Oysa bu var sayımın Zatı haktır varlığın Nefsini görebilsen İşte kim bu sürekli var olana kendi enfüsünden nazar ederse bütün alemde de onun varlığını görecektir ki o ezeli olarak var olandır. “Kavseyn“e erişince varır gelir gemiler, “Ev‐ednâ“nın bahrına hergiz gemi salınmaz. “Kavseyn“e erişince varır gelir gemiler, “Ev‐ednâ“nın denizine hiçbir zaman gemi salınmaz. Kavseyn den maksat “Cem-ül cem” makamıdır. Burada ayniyet tamamen yoktur. Çünkü orada kul ile hak arasında bir esma vardır. “Ev edna” kısmı ise “Ahadiyet” makamıdır. Cemül-cem makamı insaniyet makamı ile teklik makamı arasındaki çizgidir. Orada varlık esma batında gizlidir. Orada azda olsa bir hareketlilik vardır. Fakat “Ahadiyet” te ise tamamen Vahdet vardır. O deryâya dalmağa can terkin urmak gerek, Cânına kıymayınca o deryâya dalınmaz. O deryâya dalmağa canı terk etmek gerek, Cânına kıymayınca o deryâya dalınmaz. Bu sonsuz Vahdet deryasına dalmak isteyen kişi esmadan da kurtularak canını cananına vermelidir. Cana kıyılmadıkça o deryaya varılmaz. Varlık nedir yokluk nasıl Topyekün aklı yele salınmadan geçilmez Necip Fazıl Kısakürek Bu sûretin libâsın ver gayriye Niyâzî, Ol bahre dalar isen şâyet geri gelinmez. Niyâzî bu sûretin elbisesini ver başkasına, O deryaya dalar isen şâyet geri gelinmez. Bu varlık iddiasından vazgeçmedikçe o vahdet deryasına giremezsin, ama bu varlıktan geçip o derya ya dalar isen sende derya olursun artık katrelik sende kalmaz. Severim ben seni cândân içeru, Severim ben seni cândân içeru, yolum vârdır bu erkândân içeru. yolum vârdır bu erkândân içeru. Şeriât târikât yoldur vârânâ Şeriât târikât yoldur vârânâ Hâkikât mârifet ândân içeru Hâkikât mârifet ândân içeru Beni bende demen, bende değilem, Beni bende demen, bende değilem, Bir ben vârdır bende benden içeru. Bir ben vârdır bende benden içeru. Şeriât târikât yoldur vârânâ Şeriât târikât yoldur vârânâ Hâkikât mârifet ândân içeru Hâkikât mârifet ândân içeru Süleymân kuşdili bilir dediler, Süleymân kuşdili bilir dediler, Süleymân vâr Süleymân”dân içeru. Süleymân vâr Süleymân”dân içeru. Şeriât târikât yoldur vârânâ Şeriât târikât yoldur vârânâ Hâkikât mârifet ândân içeru Hâkikât mârifet ândân içeru Kesildi tâkâtim dizde dermân yok Kesildi tâkâtim dizde dermân yok Bu ne mezhep imiş dinden içeru Bu ne mezhep imiş dinden içeru Şeriât târikât yoldur vârânâ Şeriât târikât yoldur vârânâ Hâkikât mârifet ândân içeru Hâkikât mârifet ândân içeru Dinin terk edenin küfürdür işi Dinin terk edenin küfürdür işi Bu ne küfürdür imândır içeru Bu ne küfürdür imândır içeru Şeriât târikât yoldur vârânâ Şeriât târikât yoldur vârânâ Hâkikât mârifet ândân içeru Hâkikât mârifet ândân içeru Şeriât târikât yoldur vârânâ Şeriât târikât yoldur vârânâ Hâkikât mârifet ândân içeru Hâkikât mârifet ândân içeru Murât Belet ben seni severim video dinle Doğru İslamiyeti ve İslam layık doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan ama islama uymayan bazı uygulamalar islamiyete ve müslümanlara zarar karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda, şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine, ibadet dünyasına iniyorsunuz, İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini, ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor Bunlar şeriatı bilmiyorlar!.Şeriat ne demektir?Şeriat “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi mânâlara çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde, mârifetullaha eriyor. Dil, hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, göze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat mânâsı, “Su membaından su almak için girilen yol.”Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler"Şeriat, tarikat yoldur varana,Hakikat meyvesi andan içerü."Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim“Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.”Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak, Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk, yâni hakikat. Kul, bu hakikate ermek için, ilk olarak, şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya, çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate geçebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için, tesbih için, hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki mânâsıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine, bir sultan tayin ediliyor Ruh. Bu ruha, büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor, yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan iradenin önüne teklif çıkarılmış, bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise Âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri, ailesine karşı vazifeleri. Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler, hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor. İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda, bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde günahlardan sakınma esas ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin, sosyal kaideler, hele devlet yönetimine dâir hükümler, dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer özellikle ifade etmek isteriz İnsanın yaratılış gayesi, bütün dinlerde müşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mü’mini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini, İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp temel hükümleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir, onlara inanmak da her mü’mine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.“Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûl-emirlerimiz düşünsünler.” Bediüzzamanİslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler, diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım, “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayr-i müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır. Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın, oruç tutmanın da bir mânâ ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece müslim - gayr-ı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin, çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü, yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz Bazı insanlar, bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lâzımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, göz yüzün, gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler.” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar“Bir mü’min, ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.” İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın, yahut gıdanın istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslâm’ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum.” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i sünnet itikadınca mümkün ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler”, yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i sünnet âlimleri dikkatli olmamız gerekiyor. İslâm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz... dedekorkut1 tarafından 11 Ocak, 2009 - 0747 tarihinde gönderildi ŞERİAT, TARİKAT, MARİFET VE HAKİKAT ALPEREN GÜRBÜZER Yunus ne güzel ifade etmiş şeriat ve tarikatı ''Şeriat, tarikat yoldur varana Hakikat meyvesi andan içeri'' Yunus'un deyişlerinden de anlaşıldığı üzere tarikat bir yoldur. Öyle bir yol ki; Allah'a ulaştıran bir yol. Aslında Allah'a ulaşmada hem şeriat hem de tarikat gaye değil sadece vasıtadır. Şayet vasıta gayeleştirilirse Allah'a ulaşmak bir yana küfre düşme tehlikesi söz konusudur. Bakın Allah Resulü İslam nedir sorusuna cevaben —Namaz, Oruç, Zekât, Hac ve Kelimeyi Şahadet'' demiş. İman nedir sualine ise —Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere Hayır ve şerrin Allah'ta geldiğine inanmak iman etmek'' diye beyan buyurmuşlardır. Yine Peygamberimize ihsan nedir diye sual edildiğinde —Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira her ne kadar sen O'nu görmesen de, O seni muhakkak görür'' buyurarak tasavvufa işaret etmiştir. Anlaşılan tasavvuf ihsan demektir. Tekrar sual edildi; —Ya Resulullah ! Bize kıyametten bahset. Allah Resulü —Bu meselede sorulan, sorandan daha âlim değil diye cevap verdi. Bu sefer de bir başka soru geldi —O halde kıyamet alametleri nelerdir? Bunun üzerine Allah Resulü —Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir, buyurdu. Bu sualleri soran zat gittikten sonra, Allah Resulü yanında duran sahabeden Ömer İbnul Hattab'a dönerek —Ya Ömer! O sual soran zatın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Hz. Ömer —Allah ve Resulü bilir dedi. Allah Resulü tebessümle —O Cibril'dir. Size dininizi öğretmeye gelmiş buyurdular. Yukarıda zikredilen karşılıklı soru cevap ilişkisinden çıkaracağımız ders ''İman-İslâm-ihsan'' gerçeğidir. Bir insanda iman ve İslâm olur da, ihsan olmazsa o insan yine eksiktir. İhsan; öyle Allah'a ibadet edeceksin ki; O'nu görür gibi ibadet etmen demektir. Ki; bu hal binlerce insandan belki bir kişiye nasip olacak bir durumdur. İslam; itaat ve ibadettir, iman ise hem nur hem de kuvvet kaynağıdır. Allah'a görür gibi amel etmek ise tasavvufi hayat kapsamına girer. Kelimenin tam anlamıyla; İslam-İman-İhsan üçlü sacayağı Allah'a ulaşmak için sıçrama vasıtasıdır. Cümle meşayih İslam, iman ve ihsan ölçüsünce hareket etmişlerdir. Tarikattan maksat, Allah'ın rızasını kazanmak ve O'na vasıl olmaktır. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli'nin Allah'a ulaşmada anlattığı dört kapı sırasıyla — Şeriat — Tarikat — Marifet —Hakikat’tir. Bu mertebeleri aşmayan Allah Resulü'nün tarif ettiği ihsan tasavvuf mertebesini anlayamaz. Onun için Allah dostları tasavvuf ilminin kal söz ilmi olmayıp, hal yaşayarak idrak edebilecek ilmi olduğunu beyan buyurmuşlardır. Bu yüzden Allah'ı görür gibi ibadet etmenin adıdır tarikat. Bunu ancak yaşayan bilir, yaşamayan bilmez. Tıpkı balı tadan biri ile tatmayan kişi arasındaki fark gibidir. Şeriat'ın lügat manası dinin çıplak manasını bünyesinde taşıyan kurallar manzumesi, yani İslam'ın zahiri hükmü manasınadır. Nitekim şeriat zahire hükmeder derken, dinin dış uygulama yönünü anlarız. O halde dinimizin dış veçhesini kavrayabilmek için İslami ilimleri tahsil etmemiz gerekiyor. Genel hatlarıyla İslam’a ait on iki ilim başlığı altında yer alan dallar şeriatın zahiri cephesini oluşturur. Tefsir, kıraat, hadis, fıkıh, kelam, mantık, siyer, sarf, nahiv, belagat ve mezhepler tarihi gibi bir dizi ilimler şeriatın zahiri yönünü içerir. Anlaşılan Hakk'a giden yolda şeriat, tarikat, marifet ve hakikat basamaklarını İslam-İman-ihlâs üçlü sacayağının ölçülerine göre yaşadıkça aşılabiliniyormuş. Her basamağı aşmak için de — İlmel yakin Zahiri ilimler — Aynel yakin Gözleme dayalı ilim — Hakkel yakin Bizatihi hissedilen ve yaşanılan ilim hallerini bir bir geçmek gerekiyor. Mesela elmayı tarif etmek ilmel yakindir, elmayı gözlemlemek aynel yakin, elmayı bizatihi ısırıp tadına varmak ise hakkel yakin halidir. Bütün bu mertebeler İslam ışığında gerçekleşir. Zira Kur'an'ı Muciz'ül Beyan ve Sünnet-i seniyye İslam'ın temel iki kaynağıdır. Kaynağını Kur'an ve hadisten almayan her oluşum yıkılmaya mahkûmdur. Hazreti Mevlana; ''Bir ayağımız sımsıkı şeriatta, bir ayağımızla dolaşırız yetmiş iki milleti pergel gibi'' buyurması bu gerçeğe işaret etmek içindir. Her şeyin başında şeriat gelir. Şeriat İslam’ın dış gözü, tarikat ise iç gözüdür. Dış ve iç gözün birleşmesi ile marifet doğar. Marifet meyvesinin kemale ermesiyle de Hakikat zuhur eder. Bundan dolayıdır ki, Arif Sehreverdi ve Beyazıdı Bestami gibi büyük zatlar; ''Kim şeriatı tutup tarikatı bırakırsa fasık, kim de tarikatı tutup şeriatı bırakırsa zındıktır'' demişlerdir. Dahası İmam-ı Rabbani yaşadığı dönemde şeriat ve tarikat tartışmalarına açıklık getirerek her ikisinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini, bilakis bir bütün olduğunu belirtip iç ve dış yüzün birliğini beyan etmişlerdir. Böylece tarikat ve şeriat çekişmelerine son vermiştir. Malum; İmam-ı Rabbani iki bin yılının Hicri ikinci binin müceddidir. Onun için O'na Müceddid-i el Fisân-i denmiştir. O aynı zamanda dine sokulan bid'atleri temizleyen zattır. Tarikat-ı Âliyyeler ilhamını Kur'an ve sünnetten alırlar. Kur'an'ın ışığında en mükemmel yaşayış örneğini hiç kuşkusuz Allah Resulü göstermiştir. O'nun hayat tarzı Kur'an ahlakıydı. Bundan hareketle Şah-ı Nakşibendî —Sizin tarikatınız nedir? '' diye sorduklarında cevaben —Bizim yolumuz edebtir... '' Yine sorduklarında ise —Sünnetleri ihya etmek ve bid'atlardan kaçınmak cevabını vermişler. Hatta bu sözlere ilaveten; ''Her kim ki bunu işler bizim tarikimizdendir'' diye buyurmuşlardır. Edeble Varış, Lütufla Dönüş. İ. Çetin. S. 72 —Allah Resulü Allah'ı görür gibi ibadet etme tatbikatını İhsan-tasavvuf Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin meşreplerine uygun öğretmişte. Dolayısıyla bu manada en büyük kılavuz rehber-mürşid Peygamberimiz olmuştur. Hz. Ebubekir meşrebi icabı, Allah'a ulaşmada hafi gizli zikri esas almıştır. Bu yüzden gizli zikri tatbik eden tarikatlar Sıddık-ı Ekber'i örnek almışlardır. Hz. Ali'de coşkunluk mizacı ağırlık olduğu için, Allah Resulü ona cehri sesli zikri telkin edip bu yönde terbiye etmiştir. Bu nedenle cehri zikri uygulayan Kadiri, Rufaî gibi tarikatlar Hz. Ali’ye uzanır. Allah'a giden yollar görünürde farklı görünseler de birleştikleri nokta tevhit gerçeğidir. Bir tarikatın tarikat olabilmesi için, Peygamberimizden başlayarak günümüze kadar uzanan altın halka silsile-i şerife olması gerekir. Sürekli devir teslim geleneğinin olduğu meşayih halkası tarikat-ı âliyye'nin varlığını ortaya koyar. Eğer bir şeyh kendisinden sonra teslim edeceği şeyh yetiştiremezse, o tarikatın nispeti kesilir. Nitekim birçok tarikatlar tarihin belli dönemlerine kadar nispetlerini ve şecerelerini devam ettirebilmişler. Fakat daha sonraki evrelerde bir kısım tasavvuf yolları nispetlerini devam ettiremedikleri için silinip gitmişlerdir. Tarikatın en belirgin vasfı nispetin devamının göstergesi olan yaşayan bir diri şeyhin varlığıdır. Şeyhin hakiki mi, yoksa sahte mi olduğunu anlamak için de, kendisinden önce el aldığı şeyhin silsilesi olup olmadığına bakılmalı, hatta daha da derinlemesine analiz edip Hz. Ebubekir veya Hz. Ali'ye uzanan silsileyi meşayih'in zincirinin varlığını görmek icap eder. Bunlarda yetmez, şeyhin yaşayışı Kur'an ve Sünnet-i Seniyye üzerine olması gerekir. Aynı zamanda hem zahiri ilimleri hem de batını ilmi bitirerek halifelik icazeti alması lazım gelir. Mesela Mevlana Halid-i Zülcenaheyn'e gelen zincirden sonra aşağı yukarı Nakşibendî tarikatının bütün kolları Mevlana Halid'de birleşirler. Kelimenin tam anlamıyla Nakşibendî tarikatının birçok kollarının halka ve zincirlerinde kopukluk olmadığı müddetçe birçok tarikat kolu yoluna devam edecektir. Şayet bir mürit intisap ettiği şeyh halife bırakmadan bu dünyadan göç ettiyse, başka bir kolun hayatta yaşayan diri bir mürşidine intisap etmeli. Çünkü şeyhsiz tarikat devam edemez, ısrarla devam ettirilmeye çalışılırsa, o tarikat sembolik olmaktan öte anlam ifade etmez. Mutlaka kılavuza ihtiyaç vardır. Şeyhsiz yola çıkan uçsuz bucaksız engellerle karşılaşılacağı muhakkak. Dolayısıyla Allaha giden yolda karşılaşacağı bir takım hallerin şeytani mi yoksa rahmani mi olduğunu anlaması çok zor olacaktır. Yani sapla samanı karıştırmak an meselesi. Şöyle ki; kendine ayan olan bir takım haller zuhur ettiğinde, o hallerin rahmani sanabilir, oysa o gördükleri birtakım şeyler şeytanın hileleri neticesinde ortaya çıkan istidraç türü haller de olabilir pekâlâ. Dahası şeytan dinde olmayan birtakım unsurları dinmiş gibi lanse edip imanını çalmaya çalışacaktır, bu durum tehlikeli bir gidişatın işareti sayılır elbet. Sonradan ihdas edilen şeyhsiz tarikatların silsile şeceresi olmadığı için birkaç kişi bir araya gelip ''Biz de tarikat olduk'' diye ortaya çıkabiliyorlar. Oysa bu tür gruplar bidatlarla iç içe yaşayıp hakiki tarikat-ı âliyyelere de leke sürmekteler. Düşünün ki iki çarşı var Çarşının biri bakırcılar veya tenekeciler çarşısı, diğeri de sarraflar çarşısı. Bakırcı ve tenekeciler çarşısını ses yankıları eşliğinde gezen bir insan, bunca kopan gürültüden hareketle ilk anda “Bu kadar ses olduğuna göre buradaki esnafın sermayeleri çoktur” diye yorumlayacak, fakat daha sonra tangur tungur seslerin sermayesizliğin işareti olduğunu fark edecektir. Malum sarraflar çarşısında dolanan bir insan ise; ''Hiç bir ses yok ama sermayeleri kazançları çok'' olduğunu idrak edecektir. İşte medyatik ve şova dayalı sözde tarikat diye ortaya çıkan grup ve sahte Şeyhlerin durumu da tıpkı sermayesiz bakırcı ve tenekeci çarşısındaki esnafın durumuna benzer. Medyatik olmayan ve her türlü şovdan kaçınan, manevi tasarruf ehli tarikat ve şeyhlerin durumu da sessiz sarraflar çarşısındaki sermayesi bol kuyumcunun durumu gibidir. Gerçek şeyh, manevi tasarruf sahibidir. Aynı zamanda özü sözü bir olan, sükûtu metot edinen bir zat’tır. Hali ve yaşayışıyla sünnet-i Seniye'ye uygun halde yaşadığı gibi kıl payı da olsa sünnetten asla taviz vermemeye özen gösteren gerçek mürşidi kâmildir. Bu yüzden Abdulhalık-ıl Gucdevani nefsini boş yere tüketmemeye ''Huş-derdem'' demiş. Sahte şeyhlerin en dikkat çeken yanı nefsini boş laflarla tüketmesidir. Hakiki şeyh öyle değil, O mecbur kalmadıkça veya kendisine sual tevdi edilmediği müddetçe konuşmaz, sadece müntesibine İslâm dairesi içinde nasıl yaşanılacağının tatbikatını gösterir. Kaldı ki; çok konuşanın aklı azalacağı gibi, dini de azalır. Manevi tasarruf sahibi zat'lar her geçen gün irşad halkası oluşturmanın derdinde olup insanları kendilerine bend etmekteler. Yüreğinde sevgi taşıyanlar ona koşarak beyat ederler. Nasıl ki; Ashab-ı Kiram Allah Resulü'ne Akabe Beyatı yapmışsa, Mevlana Şems-i Tebriz'e, Yunus Tabduk'a, Akşemseddin Hacı Bayram Veli'ye beyat etmişlerdir. Mürşide intisap da zaten beyatla oluyor. İcazet almamış herhangi bir şahsiyet beyat veremez. Mutlaka mürşit silsilesi olması lazım. Tarikat mevzusunda yapılan tartışmalar farklı mecralara çekilerek hedef saptırılmaktadır. Oysa şeriat, tarikat gibi kavramların tarifini yapmadan gayesini ortaya koymadan, uygulamalara bakmadan, metodunu tespit etmeden hüküm vermek abesle iştigaldir. Tarikat kavramını Allah Resulü'nün tarif ettiği ihsan çerçevesinde tarif ettiğimizde, ancak o zaman tarikat-ı âliyye'yi doğru zemine oturtmuş sayılırız. Tarikatın metodu şeriata ve sünnete uyumlu ise o tarikat eleştirilemez. Gayesi ''İlahi ente maksudu ve Rıdaike Matlubu'' Allah'ım maksadım sen istediğim senin rızanı kazanmaktır olan, virdlerin belirli sayıda Allah adını zikretmek her dönümünde bu cümleyi dille ikrar edip her türlü riyadan kaçma tedbiri alan tarikatlara asla sözümüz olamaz. Hatta tatbikatları ve gidişatları Kur'an ve Sünnet ışığında ise, bid'atlardan uzak kalıyorlarsa bu gibi tarikatlar baş tacı yapılır. Şeriat, tarikat gibi kavramların hepsi birer vasıtadır, hiç bir zaman gaye değildirler. Allah’tan gayri her şey masiva'dır. Tarikat da masivadır. Allah'a gidilen yolda masivalar vasıtadır sadece. Hıristiyanlar masivaları gayeleştirdikleri için dejenerasyona uğradılar ve teslis inancını türettiler. Hz. İsa ulûhiyet isnat edilip hâşâ Allah'ın oğlu dediler. Hatta bazı sapkın cereyanlar da günümüzde vasıtaları amaçlaştırdıkları için, benzer tür sapıklıklara düşüp kendini Peygamber veya Mehdi görenler bile ortaya çıktı. İlim'den nasibi olmayanlar, cehaletlerine birtakım insanları alet ederek fitne ürettiler. Anlaşılan o ki; sahte şeyhler, sahte mehdiler her devirde sahneye çıkabiliyor, çıkacakta. Cilveyi Rabbaniye olsa gerek bugün de var yarın da olacak. Çünkü hepimiz imtihan dünyasındayız. Her ne kadar din baronları, şarlatanlar cirit atsalar da, güneş balçıkla sıvanamaz. Metodu ilim olan, tarifi ihsan olan, kabulü Kur'an ve sünnet olan, uygulaması şeriat çerçevesinde olan, gayesi ''İlah-i ente maksudu ve rıdaike matlubu'' olan bir tarikat-ı aliyye elbette ki haktır, hak kalacakta. Allah kıyamete dek gerçek anlamda Peygamber varislerini insanları irşad için göndermektedir. Peygamberlik kapısı Hz. Muhammed ile son bulmuş, ama evliya kapısı kapanmayacak ve kıyamete dek sürecekte. İlmi ile amil olmuş Ehlullah her devirde irşad göreviyle mükelleftirler. Allah Resulü'nün yaşayışını düstur edinen ve sünnete ittiba eden her mürşid-i kâmil manevi yönden Peygamberimize haleftir. Yani enbiya'ya varistirler. İster adına şeyh denilsin ister mürşit diye zikredilsin, yeter ki gidişat ve istikameti şeriat-ı garra üzerine olsun onun nefesi cümle âleme yeter artar da. Gökte de uçsa, deniz üzerinde yürüse de, birtakım olağan hadiseler gösterse de eğer sünnet ve şeriat istikamet üzerine değilse ona mürşit denilemez. Aslında kendinde sadır olan bir takım haller de keramet değil, istidraç olarak yorumlarız. Bu yüzden “Müminin istikameti velinin en büyük kerameti” denilmiş. Kaldı ki, gerçek Allah dostu keramet sevdasına kapılmaz, O'nun gayreti hep İslam üzerine yaşamak ve çabası Allah içindir. Asıl marifet, şeriat ve tarikatı birleştirerek hakikate ulaşabilmektir. Allah Resulü'nün hayatında görülmeyen uygulamaları adet haline getirerek amele dönüştürenler olağanüstü haller gösterseler de istikamete erişemezler. Mürşidi Kamil belli bir kesime değil, umuma şamil olmalıdır. Her kesimi kucaklayan mürşit gerçek manada irşad edicidir ancak. Muhammed Nuri Şemseddin belirttiği gibi Mürşid-i Kâmilin birçok alameti olmasına rağmen şu üç vasfın yaşayışında görülen hakiki Allah dostu sayılır; Birincisi O'nun mübarek huzuruna vardığın zaman, bütün gam ve kederlerin bir anda gidip, içinde bir ferahlık bir sevgi hâsıl olur. İkincisi O'nun saadet getiren meclisinden hiç ayrılmak istemezsin. O'nun inciler gibi saçılan sözleriyle özünün aydınlığı ve sevgisi artar. Üçüncüsü O'nun hoş ziyaretine gelen büyüklerden, küçüklerden kim olursa olsun, padişah Devlet başkanı-devlet yöneticileri dahi olsa elini öpmek zorunda kalır. Hayır duasını dilemekle de mesrur olur. Çünkü bu büyük zatın bütünüyle tutum ve davranışları Resulullah'ın gidişatına uygundur; Allah O'na salât ve selam eylesin. İşte anlatılan bu üç belirti, hangi değeri yüksek zatta; gösterişe ve işitsinlere kaçmadan görülür ve bilinirse hiç durmayasın. Hemen git, tam manasıyla teslim ol... Bkz. Miftahül Kulûp. Akpınar Yayınevi - M. Nuri Şemseddin - Hazırlayan Abdulkadir Akçiçek. S. 28 Velhasıl; sözün özü şeriat bir ağacın damarı gibi; tarikat kökü, marifet ağacın dalı, hakikat de ağacın meyvesi gibidir. ‹ İRŞAD NEDİR? İMAN HEM NUR, HEM DE KUVVET ›

şeriat tarikat yoldur varana ilahisi